Dini Bilgiler

I. DİN VE DİNE OLAN İHTİYAÇ

A) Din Nedir? 

“Din, akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle en iyiye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilahi bir kanundur.”

Dinin bu tarifinden şunları öğreniyoruz:

1. Dinin kurucusu Allah’tır. Bu itibarla Allah’tan başka hiç kimsenin din kurma yetkisi yoktur. 

2. Dinin muhatabı akıl sahipleridir. Yani dinin hükümleriyle ancak aklı başında olan kimseler yükümlüdür3. Din, peygamber tarafından tebliğ edilmiştir. Allah, peygamberlere din ile ilgili hükümleri bildirmiş, onlar da insanlara duyurmuşlardır.

4. Dinin gayesi, insanları dünya ve ahirette mutlu kılmaktır. Çünkü din, insana yaratılışındaki gayeyi, yaratana ve yaratıklara karşı yükümlü bulunduğu görevleri bildirir. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder. İyiye ulaşmanın yollarını gösterir. Bu suretle de insanın dünya ve ahirette mutlu olmasını sağlar.

Din, bazılarının sandığı gibi sadece vicdani bir kanaatten ibaret değildir. Dinin asıl gayesi, insanı, ruh ve ahlak yönünden olgunluğa eriştirmektir. 

B) Dine Olan İhtiyaç

İnsan, fert olarak da, toplum olarak da dine muhtaçtır. İlk insan-dan tutun da bugünkü teknolojik gelişmeleri gerçekleştiren insana varıncaya kadar tarih öncesi ve sonrası hiçbir devirde din duygusu taşımayan topluluğa rastlanmamıştır. Çünkü;
1. İnsanın ruh ve beden olmak üzere iki yönü vardır. Bunlar, nitelik itibariyle birbirinden ayrı iseler de öyle bir bütünlük içindedirler ki ruh olmadan beden bir işe yaramayacağı gibi, bedensiz ruhun da bir anlamı yoktur. Aynı zamanda her ikisinin pek çok arzu ve istekleri vardır. İnsan, ne bedenî, ne de ruhi ihtiyaç ve arzularını ihmal edemez. Bu bakımdan insan beden itibariyle yaşamak için her şeyden önce gıdaya ve tehlikelerden korunmak için de barınacak bir yere ne kadar muhtaç ise ruhi yönden de manevi bir kuvvete o kadar muhtaçtır. İnsan madde âleminde böyle bir dayanak bulamayacağı gibi aklı da onun bu ihtiyacını karşılamak için yeterli değildir. İnsanın önemli bir yönünü oluşturan, ruhunun isteklerini yerine getirecek ve üzüntülerini giderecek olan şey, onun Allah’a ve sonsuz bir hayata inanmasıdır. Bu inanç olmadıkça ruhun istekleri yerine getirilmiş ve arzuları karşılanmış olmaz. Ruhun ise pek çok istekleri vardır, öyle ki bunlar için bir sınır yoktur. İnsan, gerçek anlamda mutluluğa, ancak ruhun sınırsız olan bu isteklerinin temin edilmesiyle ulaşabilir. İnsanın sınırlı olan ömrü ise buna yetmez. Bu itibarla onun sonsuz olan bu arzu ve isteklerini gerçekleştirecek ve kendisini mutlu kılacak olan, ölümsüzlüğe olan inancıdır. Fani olmayacak ve sonu gelmeyecek olan bir hayata yönelmeyen ruhta gerçek mutluluk yok demektir. Bu da ancak Allah’a ve ebedi bir hayata inanmakla elde edilir. Bunu bize öğreten de dindir. Şu hâlde insanın gerçek mutluluğunu ancak din sağlar.
2. İnsan hayatı bir mücadeleden ibarettir. İnsan bu mücadelede bazen başarılı olamaz. Maddi bütün sebeplere başvurduğu hâlde önüne çıkan engelleri aşamaz. Böyle bir durumla karşılaşan insan, kendi kuvvet ve gücünün üstünde daha büyük bir kuvvetin varlığına inanmayacak olursa bunalıma düşer, hayatına bile kıyar. Fakat sonsuz güç ve kuvvet sahibi yüce bir yaratıcıya inanmış olan kimse ise karşılaştığı engeller ve güçlükler karşısında ümidini yitirmeyerek, ilahi kudretin büyüklüğünü ve ümitsizliğe düşmeyenlere daima yardım edeceğini düşünerek O’na sığınır, kendini kaybetmez
Bu itibarla, günlük hayatımızda da en büyük dayanağın din olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
3. İnsanın ruh yönünden yükselip olgunlaşması yaratılışının bir gereğidir. Bu, ancak yüksek ahlakla elde edilir. Ahlak üstünlüğü ise din duygusu ile gelişir. İnsan, Allah sevgisinden ve din duygusundan yoksun olduğu an, pek çok insani özelliklerini kaybetmiş olur. Allah’a inanmayan ve sorumluluk duygusu taşımayan bir kimsede ahlaki üstünlüğün bulunmayacağı tabiidir. Çünkü üstün ahlakın kaynağı dindir.
Özet olarak, hangi yönden bakılırsa bakılsın din, insan için bir ihtiyaçtır. Maddi yönden ihtiyaçları ne kadar karşılanırsa karşılansın, manevi ve ruhi ihtiyaçları sağlanmamış olan bir insan, hayatta arzuladığı huzuru bulamaz.
Şüphe yok ki inançsızlık, insan için büyük bir felakettir. Böyle bir kimse, madde âleminin kendisini tehdit eden olayları karşısında dayanak noktasını kaybetmiş demektir. Sonsuz hayata, ahiret hayatına inanmadığı için bütün gayreti, dünyanın geçici zevklerini yaşamak olacak, bunları elde etmek için ise hiçbir ölçü tanımayacaktır. Bir gün, dünyanın bu geçici zevklerinden ayrılacağını ve yok olup gideceğini düşündükçe, tedirginliği artacak ve huzuru kaçacaktır.
Bir insan için bundan daha büyük bir felaket düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez. Hâlbuki din, ölüm ötesinde daha mutlu ve sonsuz bir hayatı müjdelemekte ve ona ulaşmanın yollarını göstererek insana huzur ve güven vermektedir.
4. Fert olarak din, insana ne kadar gerekli ise toplum açısından da o kadar gereklidir.
İnsanlar toplu hâlde yaşarlar. Bu, onların yaratılışında var olan bir özelliktir. Hiç kimsenin yalnız başına maddi ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetmez.
Bir arada yaşamak durumunda olan insanların, birbirlerine karşı birtakım hak ve görevleri vardır. Toplumların devamı, fertlerinin bir birlerine karşı olan bu görevlerini yerine getirmeleriyle mümkündür. Bir insanın, başkalarının haklarına karşı saygılı olması, görev ile hakkın mukaddes olduğuna inanmasına bağlıdır. Çünkü insan, çoğu kez aşırı arzularının etkisinde kalarak kişisel çıkarlarından başka bir şey düşünemez. Bunun için insanı, başkalarına karşı olan görevlerini yerine getirmeye ve onların haklarına saygılı olmaya mecbur edecek bir etkene ihtiyaç vardır, o da dindir.
Binaenaleyh, toplu hâlde yaşamak mecburiyetinde olan insanların, birbirlerine karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlayan ahlak kurallarına uymaları kaçınılmazdır. Toplumu oluşturan fertler arasında sağlam bir birlik bağı meydana getirecek yegâne esas da ahlak üstünlüğüdür. Bir toplumun bütün fertleri güzel ahlaka sahip olursa birbirlerine karşı saygılı davranır, böylece, fertleri arasında birlik ve bütünlük sağlanmış, toplum mutluluğa kavuşmuş olur.
Bu itibarla, toplum hayatı açısından bu kadar önemli olan ahlak için, sağlam bir temele, iyi ile kötüyü ayırt edecek gerçek bir ölçüye ihtiyaç vardır. İşte o da dindir.

C) Dinin Kaynağı

Birtakım duygu ve düşünceler vardır ki bunlar, insanla beraber doğmuştur. Bunların başında Allah ve din fikri gelir. Yani din, sonradan ortaya çıkmış değil, insanla birlikte doğmuştur. Her devirde insanoğlunun dine önem vermiş olması, bunun açık belgesidir.
Ancak, insanda doğuşta var olan bu duygunun gelişmesi için bir uyarıcıya ihtiyacı vardır. İşte Allah’ın gönderdiği peygamberler bu uyarma görevini yerine getirmişler ve insan varlığının ayrılmaz özelliği olan Allah ve din düşüncesinin gelişmesini sağlamışlardır. Peygamberlerin vahye dayalı tebligatı, insanların yolunu aydınlatmış ve peygamberlere uyanların dinî duyguları olgunlaşmıştır. Peygamberlerin çağrılarına kulak vermeyenlerin ise bu duyguları körelerek sapıklığa düşmüşlerdir.
Bu itibarla, din, akıl gibi insanın yaratılışında var olan bir duygudur ve insanla beraber doğmuş temel bir fikirdir. Ancak dinî hükümlerin kaynağı, peygamberlerin ilahi vahye dayanan mesajlarıdır

D) İlahi Dinler ve Özellikleri

İlahi din” veya “hak din” deyince ne anlıyoruz? Önce bunu açıklayalım:

Hak din, bir peygamberin, Allah’tan vahiy yoluyla aldığı ve insanlara tebliğ ettiği hükümler ve düsturlar demektir. Buna “hak din” denildiği gibi, “ilahi din” veya “semavi din” de denir. Bu tarifin dışında kalan dinlere de batıl dinler denir.

Hak dini, batıl dinden ayıran özelliklerin başlıcaları şunlardır: 1. Hak dinleri, Allah’ın görevlendirdiği peygamberler tebliğ etmişlerdir.
2. Hak din, bir olan, eşi ve dengi bulunmayan Allah’a inanmak ve yalnız O’na ibadet etmek esasına dayanır.
3. Öldükten sonra dirilmeyi ve dünyada yapılan her şeyin hesabının Allah tarafından sorulacağına inanmayı emreder.
4. Doğruluk, emanete riayet gibi üstün niteliklere sahip olan peygamberlerin Allah’tan vahiy suretiyle aldıkları mesajları insanlara duyurduklarına inanmayı gerektirir.
5. Allah tarafından gönderilen ve peygamberler tarafından tebliğ edilen mukaddes bir kitaba dayanır.
6. Meleklere iman, hak dinlerde bir esas olarak yer alır.
7. Hak dinlerde yer alan esaslar arasında, ilim ve akl-ı selim ile çatışan bir taraf bulunmaz.
8. Hak dinlerin gayesi, insanlar arasında eşitliği, kardeşliği, adaleti tesis etmek ve insanlığı mutluluğa ulaştırmaktır

E) İslam Dini ve Diğer Semavi Dinler 

Hak dinlerin, başka bir deyişle semavi dinlerin sonuncusu İslamiyet’tir. Bu dini tebliğ eden son Peygamber Hz. Muhammed’dir, kitabı da Kur’an-ı Kerim’dir

İslam dini, ilk insan ve ilk peygamber Âdem’in (as.) tebliğ ettiği ilk “Tevhid dini” ile diğer semavi dinlerin bir devamı, bunların sonuncusu ve en mükemmelidir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan inanç esasları ne ise ilk peygamberin tebliğ ettiği inanç esasları da aynı idi. Kur’an-ı Kerim’den önce indirilmiş olan kitaplarda da bu esaslar yer almıştır 

İslam’dan önceki semavi dinler, esasta bir oldukları hâlde, bunlar zamanla değişikliğe uğrayarak bozulmuşlardır

İşte bu sebeple, son Peygamber Hz. Muhammed (sas.), Allah tarafından en son ve en büyük yol gösterici olarak görevlendirilmiştir.

İslam Dininin Özellikleri

İslam dininin birtakım özellikleri vardır ki başlıcaları şunlardır:

1. İslam Dini Son Dindir Semavi dinlerin hak dinler olduğunu ve ilk hak dinin, ilk insan ve ilk peygamber Âdem (as.) tarafından tebliğ edildiğini belirtmiştik. Zamanla insanlar kendilerine gönderilmiş olan dinin esaslarından uzaklaşınca Allah, gönderdiği peygamberlere ilk “Tevhid dini”ni yenilemiş ve insanların bozduklarını peygamberleri vasıtasıyla düzeltmiştir. Semavi dinlerin esaslarında bir değişiklik olmamış, zamana ve şartlara göre değişen, amel ile ilgili hükümler olmuştur.
İşte böylece, son peygamber Hz. Muhammed (sas.), Allah’ın kendisine vahyettiği İslamiyet’i tebliğ etmiştir.
Hz. Muhammed, son peygamber olduğu gibi, getirdiği İslamiyet de son dindir. Âdem (as.) ile başlayan ve Allah’ın birliği esasına dayanan tevhid dini, gelişerek İslamiyet’le olgunlaşarak tamamlanmıştır. Artık bundan sonra yeni bir din gönderilmeyecek, İslam’ın hükümleri, Allah’ın dilediği zamana kadar yürürlükte kalacaktır.
Her şeyin sonuncusu, kendinden öncekilere nisbetle daha mükemmeldir. İslam dini de bunun gibi, kendinden önceki semavi dinlere göre böyledir.
Bunun için Allah, son din olan İslam’ın hükümleriyle bütün insanları yükümlü tutmuş ve ancak insanların bu dini benimsemelerinden razı olacağını bildirmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Allah katında din, şüphesiz İslamiyet’tir.”

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır”

“Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetlerimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.”

2. İslam Dininin Değişmeyen Esasları Vardır

İslam dininin değişmez birtakım esasları vardır. Bunlar, itikad, amel ve ahlakla ilgili hükümler olmak üzere üç kısma ayrılır:

a) İtikadla ilgili esaslar
İtikad, “bir şeye inanmak, gönülden bağlanmak” demektir. İslam itikadını teşkil eden ve bütün semavi dinlerde de yer alan bu temel hükümler: Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe, kaza ve kadere inanmaktır. 

b) Amel ile ilgili esaslar
İslam’ın amel ile ilgili esasları, insanların yaptıkları işlerle ilgili olan hükümler, emir ve yasaklardır.
Bunlardan, Allah ile kulları arasındaki ilişkilerle ilgili olanlar ibadetlerdir.
Amel ile ilgili esaslardan bir kısmı da insanın kendisiyle başkaları arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümlerdir. Başkalarının haklarına saygılı olmak, kimsenin canına, malına ve namusuna saldırmamak gibi hususlar, bu kısma girer.

c) Ahlak ile ilgili esaslar
İslam’ın ahlak ile ilgili esasları da ahlakın güzelleşmesini, vicdanın terbiyesini ve ruhun yükselmesini amaçlar.
İslam dininin, itikad, amel ve ahlak ile ilgili hükümleri, hem ferdin hem de toplumun mutluluğu içindir.

3. İslam Evrensel Bir Dindir

İslam dini son din olduğu gibi, aynı zamanda tüm insanlığın da dinidir. İslam dininden başka, bu nitelikte olan başka bir din yoktur. Mesela, Tevrat’ta Yahudiliğin evrensel olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir. Aksine Yahudiliğin tamamıyla İsrailoğullarına mahsus bir din olduğu söylenmektedir. Hatta onlar, Yahudiliğe ilgi duyanları bu isteklerinden vazgeçirmek için dinlerinin çok zor olduğunu ve tahammül edilmez hükümleri bulunduğunu söylerler. Hıristiyanlık da evrensel bir din değildir. Çünkü Hz. İsa, kendisinden önceki peygamberler gibi o da belli bir kavme peygamber olarak gönderilmiştir. Bizzat Hz. İsa, kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir.
İslamiyet’e gelince, onu tebliğ eden Muhammed (sas.), son peygamberdir. O, kendisinden önceki peygamberler gibi bir kavme veya bir millete değil, tüm insanlara gönderilmiş, âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“(Ey Muhammed!) de ki: Ey insanlar, doğrusu ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.”

“(Ey Muhammed!) Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir, fakat insanların çoğu bilmezler”

“(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”6

Hz. Muhammed, bütün insanlara gönderilmiş son peygamber olunca, onun tebliğ ettiği din de bütün insanların dini olması gerekir ve öyledir de.

IV. İMAN

İmanın kelime anlamı, “tasdik etmek, herhangi bir şeye kesin olarak inanmak”tır.
Dindeki anlamı ise “Peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği kesin olarak bilinen şeylerin doğru olduğuna içten ve yürekten inanmak” demektir.
İman, icmali ve tafsili olmak üzere iki kısma ayrılır:
a) İcmali İman: İman edilecek şeylere kısaca ve toptan inanmaktır. Kelime-i Tevhid veya Kelime-i Şahadeti diliyle söyleyip kalbiyle de tasdik eden kimse kısaca ve toptan iman etmiş olur.
b) Tafsili İman: Bu da iman edilecek şeylerin her birine ayrı ayrı inanmaktır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmak, bu bölüme girer. İmanda esas olan, kalp ile tasdiktir. Bir kimse Allah’ı ve O’nun peygamberi vasıtasıyla göndermiş olduğu şeyleri kalbiyle tasdik eder, doğru olduğuna yürekten inanırsa, mümin olur.
Dil ile ikrar ise mümin olduğunun, insanlar tarafından bilinmesi ve insanların, onun inanmış olduğuna şehadet etmeleri için gereklidir. “İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir.” meşhur sözü bunun için söylenmiştir. Yoksa kalbinde tasdik bulunan kimse Allah katında mümindir.
O hâlde imanın rüknü, kalp ile tasdiktir. Bunun içindir ki kalbinde şüphe ve tereddüdü bulunan kimse, Kelime-i Şahadeti söylese bile Allah katında mümin değildir.
Ayrıca iman, bir bütün olup bölünme kabul etmez. Yani, inanılması gerekli olan şeylerin bir kısmına inanıp da bir kısmını kabul etmemek olmaz.

A) Kelime-i Tehvid ve Kelime-i Şahadet

Kelime-i Tevhid,

“Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed Allah’ ın Resulüdür.” Bunun manası, İslam dininin itikad esaslarını kapsayacak kadar geniştir. Allah’ın varlığına ve O’ndan başka ibadet edilecek ilah olmadığına ve O’nun tarafından gönderilen her şeyin hak olduğuna inanmaktır. Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmek de, onun haber verdiği kesin olarak bilinen şeylerin doğru olduğuna inanmak demektir. Bunun içindir ki Kelime-i Tevhid , kalpteki imanın dıştaki belirtisi sayılmıştır. Bir der Kelime-i Şahadet vardır ki o da şudur :


“ Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şahitlik ederim ki Muhammed (sas.), O’nun kulu ve Resulüdür.”

Bunlardan birini diliyle söyleyip kalbiyle de tasdik eden kimse, iman etmiş amlo ve mümin şerefini kazanmış olur.

B) İman ile Amel Arasındaki Bağ

Allah’a ve Hz. Muhammed’in Allah taraf ndan getirip haber verdiği şeylere yürekten inanan kimse mümindir. Böyle bir kimse, herhangi bir sebeple ibadet görevini yapmaz ve haram olan şeylerden sakın-mazsa imanını yitirmiş olmaz. Çünkü iman ile amel, birbirinden ayrı şeylerdir. Başka bir ifade ile amel, imandan bir parça değildir. Bunu bir örnekle açıklayalım: Günde beş vakit namaz kılmak, mü-minlere farzdır, yani Allah’ ın emridir. Namazın farz olduğuna inand ğ hâlde, tembelliği yüzünden onu kılmayan kimse dinden çıkmış olmaz. Ancak, Allah’ n emrine uymadığı için günahkâr olur. Amel, iman n bir parças olmamakla birlikte iman ile amel arasında çok sık bir münasebet vardır. Allah, ancak olgun müminlerden razı olur. Olgun mümin olmak için de iman ile birlikte ibadet etmek ve güzel ahlaka sahip olmak gerekir.

Hiç şüphe yok ki ibadet, imanın bir göstergesidir. Sadece, “inandım” demek yeterli değildir. Kalpteki iman ışığının sönmemesi için ibadet gereklidir. Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak, imanı kuvvetlendirir. İbadet görevini yapmayan kimsenin kalbindeki iman yavaş yavaş zayıflar ve Allah korusun, günün birinde sönebilir. Bu ise insan için en büyük bir kayıptır.

C) İmanın Sahih ve Makbul Olmasının Şartları

İmanın sahih ve makbul olması için üç şartın bulunması lazımdır: a) İman ümitsizlik hâlinde olmamalıdır. Hayatı boyunca inanmamış olan bir insanın, yaşama ümidi kalmayıp, ölümle burun buruna geldikten ve cehennemdeki yeri kendisine gösterildikten sonra iman etmesinin bir faydası yoktur.
b) İnanmış olan bir kimse, dinin kesin olan hükümlerinden herhangi birini inkâr edici söz ve davranışlarda bulunmamalıdır. Mesela, dinî hükümlerden olduğu kesin olan namaz, oruç, hac ve zekât gibi bir hükmü inkâr eden kimse —Allah korusun— imanını kaybetmiş olur. Çünkü dinin hükümleri bir bütündür, bunlardan birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek demektir.
c) Dinî hükümlerin hepsinin güzel olduğunu kabul etmeli ve bunların arasında bir ayırım yapmamalıdır. Dinî hükümlerden herhangi birini beğenmemek imanın yok olmasına sebeptir

D) İman, Huzur ve Mutluluk Kaynağıdır

İman, insanın en değerli hazinesidir. Karanlık ile aydınlık bir olmadığı gibi, inanan insan ile inanmayan insan da bir değildir.
İnanan insanın, Allah katında ve insanlar yanında üstün yeri ve değeri vardır. Allah, mümin olan kullarını sevdiği gibi, insanların güvenini kazananlar da bu inanan insanlardır.
İmanlı insan, huzurlu ve mutlu kişidir. Çünkü inanan insan, bir gün Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceğine inandığı için, Allah’a ve insanlara, hatta diğer canlılara karşı olan görevlerini en iyi bir şekilde yerine getirmeye çalışır. İşinde ve sözünde ölçülü olur. Her türlü aşırılıklardan sakınır. Ailesine, çevresine, tüm insanlara ve hatta hayvanlara karşı şefkat ve merhamet gösterir. Felaketler karşısında sarsılmaz, ümitsizliğe düşmez, Allah’a sığınır ve güvenir. 

Bütün bunlar, insanın huzurlu ve mutlu olmasını sağlar.

İBADET

İbadet, Allah’a saygı ile boyun eğmek ve emirlerine itaat etmek demektir.
İbadet, saygı ve itaatin en yüksek derecesidir. Böyle bir saygı yalnız Allah’a yapılır. Çünkü bizi yaratan ve çeşitli nimetler vererek yaşatan O’dur. Öyle ise saygı ve itaatin en yüksek derecesi olan ibadet, bütün varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz yüce Allah’ın hakkıdır.
İbadetin ruhu niyettir. Kalbin bütünüyle Allah’a yönelmesi ve bağlanmasıdır. Ruhsuz beden bir işe yaramadığı gibi, niyetsiz ibadetin de değeri yoktur.
Bu sebeple, ibadetin, hem beden, hem de ruhla yani bütün varlığımızla şuurlu olarak ve samimi bir niyetle yapılması esastır.

A) İbadete İhtiyacımız Vardır

Bizi yoktan var eden Allah, vücudumuzu gören gözler, işiten kulaklar gibi mükemmel organlarla donatmış, diğer canlılardan farklı olarak bize akıl ve fikir vererek varlıklar arasında seçkin bir duruma yükseltmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de konu şöyle ifade buyrulmuştur:

“(Ey Muhammed!) de ki: Sizi yaratan, sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O’dur. Ne az şükrediyorsunuz.”
Bunlardan başka, hayatımızı devam ettirebilmemiz için içtiğimiz sudan, teneffüs ettiğimiz havaya kadar bize sayılamayacak derecede nimetler ihsan etmiş, kâinatta birçok varlığı emrimize ve hizmetimize vermiştir.
Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de;

“Allah’ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz.”buyurarak bize vermiş olduğu nimetlerin çokluğuna dikkatimizi çekmiştir.

Biz, insan olarak bize yapılacak küçük bir iyiliğe bile teşekkür etme ihtiyacını duyarız. Bu duygu, insanın yapısında var olan bir özelliktir. 

Bazı hayvanlar bile, kendilerini yedirip içiren ve barındıran insanlara karşı bağlılık gösterdikleri hâlde, yaratıkları içinde seçkin bir yeri olan insanın, bunca nimetler karşısında duygusuz kalması, bunları kendisine veren Allah’a teşekkür etmemesi nasıl düşünülebilir? 

İşte ibadet, Allah’a, O’nun yüce zatına yaraşır bir şekilde en üstün saygının gösterilmesi ve bize verdiği sayısız nimetlerine karşı kendisine borçlu olduğumuz teşekkür görevinin yerine getirilmesidir 

İnsanın böyle bir davranışta bulunması yaratılışının gereğidir. Doğru düşündüğümüz takdirde vicdanımız da bize bunu emreder.

Nitekim Peygamberimiz, Allah’ın büyüklüğü ve sayısız lütufları karşısında daha çok teşekkür etme gereğini duyarak geceleri bile kendisini ibadete vermiştir.
Hz. Âişe (ra.) diyor ki:

Peygamberimiz, mübarek ayakları şişinceye kadar geceleri ibadet ederlerdi. Bunun üzerine kendisine;
—Ey Allah’ın Resulü, geçmişte ve gelecekteki günahların bağışlandığı hâlde niçin böyle yapıyorsunuz, diye sorulduğunda, o;

—Rabbime şükredici bir kul olmayayım mı, diye cevap vermiştir. 

Esasen yaratılışımızın hikmeti, dünyaya gelişimizin gayesi, Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmektir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”

Mükemmel bir düzen içinde işleyen kâinatta hiçbir şeyin başıboş olmadığını, her şeyin bir gayeye yönelik olarak görevini yaptığını görüyoruz.

Bütün varlıklar, yüce yaratıcı tarafından kendilerine verilen görevleri yerine getirirken, en güzel bir surette yaratılan, yerde ve göklerdeki birçok varlıklar hizmetine sunulan insanın ibadet görevini en iyi bir şekilde yapması gerekmez mi? 

Allah’ın emri olan ibadet, dinî bir görevdir ve Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. İbadet, Allah’ın emrettiği ve peygamberimizin öğrettiği şekilde yapılması gerekir. Bu sebeple, ibadetlerde azaltma veya çoğaltma olamayacağı gibi herhangi bir değişiklik de söz konusu olamaz.

B) İbadetlerin Faydaları

Allah’a, ibadete layık yegâne varlık O olduğu için ibadet etmeli, bu üstün görevi yalnız O’nun emrini yerine getirmek ve rızasını kazanmak için yapmalıdır.
Allah katında makbul olan ibadet, böyle çıkar düşüncesi olmadan samimi bir niyet ve ihlasla yapılan ibadettir.
Bununla beraber, ibadette bizim için maddi ve manevi pek çok faydalar olduğu da bir gerçektir. Allah Teala bizim ibadetimize muhtaç değildir, fakat bizim ibadete ihtiyacımız vardır. İbadetin faydası da bize aittir.
Bu sebeple, ilerde ilgili bölümlerde ibadetlerin faydaları hakkında gerekli bilgiler verilecektir. Ancak burada kısa bir açıklama yapmamızda yarar vardır.

İbadet, insanı Allah’a yaklaştıran en güzel vasıta, bir kulun dünyada erişebileceği makamların en yücesidir. Hayatımızın en değerli zamanları, ibadetle geçirdiğimiz vakitlerdir.
İbadet, ruhumuzu yüceltir, kalbimizi kötü düşüncelerden, organlarımızı günah kirlerinden arındırır. Davranışlarımızı düzelterek bizi ahlaken olgunlaştırır.
İbadet, ebedi saadet yurdu cennetin anahtarı olan imanımızı korur. İbadetsiz iman, açıkta yanan lamba gibi korumasız kalır, günün birinde sönebilir. Bu sebeple ibadetlerin, en kıymetli varlığımız olan imanımızın korunmasında çok önemli yeri vardır.
İnsan, hayatta çeşitli sıkıntılarla karşılaşır. Bazen ümitsizliğe ve bunalıma düşer. Böyle durumlarda ibadetle bunalımlardan kurtulur. Çünkü ibadet sayesinde Allah’a yönelir, bütün ümitlerin söndüğü anda O’nun sonsuz rahmetine sığınır ve böylece huzura kavuşur. İbadet, müminlere Allah katında değer kazandırır. İbadet görevlerini yerine getirmeyenler bu nimetten mahrum kalır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“(Ey Muhammed!) de ki: İbadetiniz olmasa Rabbim size ne diye değer versin…”

Namaz kılmak için abdest almak şarttır. Bu ise günde birkaç defa temizlenmek demektir. Temizliğin, insan sağlığı için ne kadar faydalı olduğunu hepimiz biliyoruz.
Oruç, başta sindirim sistemi olmak üzere birçok organı dinlendirir, insanda şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirir.
Zekât, sosyal yardımlaşma yönünden topluma birçok fayda sağlar. Hac, dünyanın her tarafından gelen, dilleri ve renkleri ayrı olan Müslümanları kutsal topraklarda bir araya getirerek İslam kardeşliğini evrensel bir hâle getirir.

Bunlar, ibadetlerin fert ve topluma sağladığı faydaların bazılarıdır.
Eğer biz, Allah’a karşı ibadet görevlerimizi yerine getirir, O’nun sevgisini kazanırsak, Allah, bize, dünyadaki nimetlerinden çok daha fazlasını ahirette verecek ve bizi cennette sonsuz mutluluğa erdirecektir.

II. PEYGAMBERİMİZİN YÜKSEK AHLAKI

Allah’ın en sevgili kulu, son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (sas.) bir saadet güneşi olarak doğdu. Kurumuş topraklar su ile yeşerdiği gibi Peygamberimizin gelmesiyle insanlık yeniden hayat buldu. Onun kalplere yerleştirdiği iman ışığı sayesinde kalplerden yanlış inançlar silindi, cehaletin yerine ilim, zulmün yerine hak ve adalet, kin ve düşmanlığın yerine insan sevgisi, acımasızlığın yerine şefkat ve merhamet geldi. Gerçek anlamda İslam kardeşliği kurularak toplum barış ve huzura kavuştu.
İnsanlara dünya ve ahirette mutlu olmanın aydınlık yolunu gösteren Peygamberimiz, öğrettiği ahlak ilkelerini önce kendisi uygulayarak en güzel örnek oldu.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz hakkında “Ve sen elbette yüksek bir ahlaka sahipsin”7 buyurarak onun çok yüksek ahlak sahibi bir şahsiyet olduğunu bildirmiştir. O, ahlakını Kur’an’dan almış, bütün iyilikleri kendisinde toplamıştır. Saygı değer eşi Hz. Âişe’ye Peygamberimizin ahlakının nasıl olduğu sorulduğunda;

“O’nun ahlakı Kur’an idi” demiştir.

Onu yüce Allah yetiştirdi ve insanlığa örnek olsun diye özel olarak terbiye etti. Nitekim Peygamberimiz, “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyurmuştur. 

O, davranışları ve üstün kişiliği ile insanlık için en güzel örnektir. Bununla ilgili olarak Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de;
“Andolsun, Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.”10 buyurmuş ve onun yaşayışını örnek almamızı istemiştir.
Müslüman olarak bizim görevimiz, peygamberimizin ahlak ve fazilet dolu hayatını iyice öğrenmek ve onun ahlaki davranışlarını örnek alarak yaşamaktır.
Şimdi kısaca Peygamberimizin yaşayışını ve ahlaki davranışlarını birlikte öğrenmeye çalışalım: 

A) Peygamberimizin Doğruluğu 

Peygamberimiz, doğruluk ve dürüstlüğün en güzel örneği idi. O, çocukluğundan itibaren doğruluktan ayrılmamış, hiç yalan söylememiştir. Peygamberliğinden önceki gençlik döneminde doğruluğu ve güvenilir kişiliğinden dolayı kendisine, “Muhammedü’l-Emîn” yani, “Güvenilir Muhammed” denilirdi. Düşmanları bile onun doğruluğunu kabul etmiş, kendisine yalancı diyememişlerdi.
Peygamberimizin en büyük düşmanı Ebû Cehil, “Muhammed! Biz seni yalanlamıyoruz, sen bizim kanaatimize göre doğrusun. Biz ancak senin getirdiğini yalanlıyoruz.” demiş, bu söz Peygamberimizi üzmüştü. Bunun üzerine “Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, açıktan açığa Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” ayeti inmiştir

Kureyş’in ileri gelenlerinden Hâris b. Âmir de şöyle demiştir:
“Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz.”
Ebû Süfyân Müslüman olmadan önce ticaret amacıyla Şam’a gittiği zaman Bizans İmparatoru onu kabul etmiş ve Peygamberimizle ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle idi:
—Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın, daha önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu? Ebû Süfyân;
—Asla, yalan söylediğini hiç duymadık, diye cevap vermiştir. Bunun üzerine İmparator;
—Size peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın evvelce hiç yalan söyleyip söylemediğini sordum. Onun hiç yalan söylemediğini ifade ettiniz. Şayet bu zat Allah hakkında yalan söylemiş olsa daha evvel insanlara yalan söylemesi gerekirdi, demiş13 ve Peygamberimizin doğruluğu sebebiyle gerçekten peygamber olduğunu ifade etmiştir.
Peygamber olduğu zaman Mekke’de halkını İslam’a davet için toplamıştı. Safa tepesine çıkarak orada toplananlara, “Ey Kureyş halkı! Size bu dağın arkasından bir düşman ordusunun geldiğini söylesem bana inanır mısınız?” dedi. Orada bulunanlar;
—Hepimiz inanırız, çünkü sen ömründe yalan söylemedin, diye cevap verdiler. Bu topluluğun içinde Peygamberimizin en azılı düşmanları da vardı. Onlar da Peygamberimizin doğruluğunu itiraf etmişlerdi.
Peygamberimiz, kendisi doğru sözlü olduğu gibi, bizim de doğru olmamızı ve yalancılıktan sakınmamızı istemiş ve şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayın. Zira doğruluk iyilikle beraberdir. Doğru ve iyi olanlar cennettedirler. Yalandan kaçının, çünkü yalan kötülükle beraberdir. Yalan söyleyen ve kötülük edenler de cehennemdedirler.”
O, yalandan hiç hoşlanmaz, yalancıları sevmezdi. Peygamberimiz çocukları kandırmak için yalan söylenmesini de iyi karşılamamıştır.
Abdullâh b. Amr diyor ki: 

Peygamberimiz bir gün evimizde bulunduğu bir sırada annem bana,
—Gel sana bir şey vereceğim, diye çağırdı.
Peygamberimiz, anneme;
—Çocuğa ne vermek istedin, diye sorunca annem; —Hurma vereceğim, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz;
—Eğer onu aldatıp bir şey vermeseydin, sana bir yalan günahı yazılırdı, buyurdu.
Peygamberimiz bir şey hakkında söz verdi mi, verdiği sözde mutlaka durur, gereğini yerine getirirdi.
Hudeybiye barış antlaşmasının hükümlerinden birisi de, Mekkelilerden biri Müslümanlara sığınırsa, Müslüman bile olsa geri verilecek, fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa geri verilmeyecekti.
Müslümanlar için çok ağır olan bu antlaşmanın yazılması henüz bitmişti ki Mekkeliler adına antlaşmayı imza edecek olan Süheyl’in Müslüman olan oğlu Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçmış ve ayağındaki zinciri sürüyerek çıka gelmişti. Bu antlaşmaya göre Ebû Cendel’i iade etmek gerekiyordu. Müslümanlar bundan büyük üzüntü duymuşlar ve Ebû Cendel’i iade etmek istememişlerdi. Peygamberimiz Ebû Cendel’e dönerek;
—Ey Ebû Cendel, sabret, biz verdiğimiz sözden dönmeyiz. Yakında Cenab-ı Hak sana kurtuluş yolunu açacaktır, diye teselli etti ve henüz imza edilmemiş olmasına rağmen sözlü olarak kararlaştırılmış bulunan antlaşmaya uyacağının işaretini vermişti.
O, kurtuluşun doğrulukta olduğunu bildirmiş, doğruların kıyamet gününde peygamberlerle beraber olacağını haber vermiştir. Peygamberimize, insanların hayırlısı kimdir, diye soruldu. Peygamberimiz;
—Her temiz kalpli ve doğru sözlü olanlardır, buyurdu.

B) Peygamberimizin Merhameti

Peygamberimizin kalbi şefkat, merhamet ve insan sevgisi ile dolu idi. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de onun hakkında şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Onun şefkat ve merhameti, hayatının her döneminde açıkça görülür, merhametle dolu olan kalbi, hep iyilik için çarpardı. Kimseye bir kötülük dokunmasını, hiç kimsenin incinmesini istemezdi.
Saygıdeğer eşi Hz. Hatice ile amcası Ebû Tâlib, Peygamberimize çok yardımcı olmuşlardı. Kısa aralıklarla her ikisi de vefat edince İslam düşmanları Peygamberimize eziyeti artırdılar. Bunun üzerine Peygamberimiz ilk Müslümanlardan olan Zeyd b. Hârise ile birlikte Mekke’den ayrılarak Taif halkını İslam’a davet etmeye gitti. Taifliler İslam’ı kabul etmedikleri gibi Peygamberimizi taşa tuttular, Zeyd, atılan taşlardan Peygamberimizi korumak için vücudunu siper etti. Atılan taşlardan Peygamberimizin ayakları yaralandı, kan içinde kaldı, yürüyemeyecek duruma geldi ve yol kenarında bir üzüm bağına sığındı.
Onun bu derece sıkıntıya düşmesi üzerine Yüce Allah Cebrail’i göndererek, dağlar meleğinin emrinde olduğunu ve ne dilerse onu bu meleğe emredebileceğini bildirdi. Bunun üzerine dağlara emreden melek, Peygamberimize seslenerek selam verdi ve;
—Sen ne dilersen emrine hazırım, eğer şu iki dağın Mekkeliler üzerine çökerek birbirine kavuşmasını ve müşrikleri tamamıyla ezmesini istersen onu da emret, dedi.
Peygamberimiz eğer isteseydi, kendisine acımasız bir şekilde saldıranlar ve onu kanlar içinde bırakanlar bir anda yok edilecekti. Fakat Peygamberimiz, çok üzüntülü olduğu durumda bile sevgi ve merhamet dolu kalbi onların cezalandırılmalarına razı olmamış ve meleğe şöyle demişti:
—Hayır! Ben onu istemem, ben isterim ki Allah, bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a ibadet eden ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan insanlar meydana çıkarsın. 

Peygamberimiz, insanlara ve diğer canlılara merhamet gösterenlere Yüce Allah’ın merhametle karşılık vereceğini bildirerek şöyle buyurmuştur: “Merhamet edenlere Allah da merhamet eder, siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.”
Merhametsizler hakkında da şu uyarıda bulunmuştur: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.”
O, sevgi ve yardıma muhtaç olan yetimlerle özellikle ilgilenir; Müslümanlara da, yetimlere merhamet gösterilmesini tavsiye ederdi. Peygamberimize bir adam gelerek kalbinin katılığından şikayet etti. Bunun üzerine Peygamberimiz ona;
—Kalbinin yumuşamasını ve muhtaç olduğun şeye kavuşmanı arzu ediyorsan, yetime merhamet et, başını okşa ve yemeğinden ona yedir. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve muhtaç olduğun şeye kavuşursun, diye cevap verdi.
Peygamberimiz, sadece insanlara değil hayvanlara karşı da şefkat ve merhamet gösterirdi. O, susayan bir kediye kendi eliyle su içirmiş, hayvanların aç bırakılmamasını, onlara iyi davranılmasını emretmiştir. İbn Mes’ûd (ra.) diyor ki: Peygamberimizle beraber bir yolculuk yapıyorduk. Peygamberimiz bir ihtiyacı için ayrılmıştı. Orada iki yavrusu olan bir serçe kuşu gördüm ve yavrularını aldım. Serçe peşimden gelerek yavruları için çırpınıp bağırmaya başladı. Bunu gören Peygamberimiz;
—Bu kuşu yavru acısı ile sızlandıran kimdir? Yavrusunu ona verin, dedi. Bir defasında Peygamberimiz aç bir deve görmüştü. Devenin karnı ile sırtı bir olmuştu. Bundan üzülen Peygamberimiz;
—Hayvanlarınız hakkında Allah’tan korkunuz, buyurdu. Yine bir defasında Peygamberimiz Medineli Müslümanlardan birinin bağında bir devenin açlıktan bağırdığını görmüş, buna üzülmüştü .
Devenin yanına gelerek onu okşamış ve sahibinin kim olduğunu sormuş ve öğrenmişti. Sonra da,
—Hayvanlara gösterdiğiniz muamelede Allah’tan korkmuyor musunuz, buyurarak devenin sahibini uyarmıştı.

C) Peygamberimizin Cömertliği 

Peygamberimiz insanların en cömerdi idi. Kendisinden bir şey isteyen hiç kimseyi boş çevirmez, eline ne geçerse ihtiyacı olanlara dağıtır, “Ben ancak dağıtıcıyım, veren Allah’tır.” derdi. Bununla beraber dilenciliği sevmez, dilenenlere bundan kurtulmaları için çalışıp kazanmanın yollarını gösterirdi.Ashabdan Cabir (ra.) diyor ki: Peygamberimiz kendisinden istenilen bir şeye asla yok dememiştir.
Bir gün peygamberimize bir parça kumaş hediye edilmiş, o da bunu kabul etmişti. Buna ihtiyacı da vardı. Yanında oturanlardan biri “Bu ne iyi kumaş” deyince, Peygamberimiz kumaşı ona bıraktı. O, yoksulları, ihtiyaç sahiplerini kendinden çok düşünür, açları doyurur, kendisi aç kalırdı. Peygamberimiz, maddi imkânlara sahip olduğu zamanlarda da sade bir hayat yaşamış, kendisi için bir şey bırakmamış, elindekileri muhtaçlara dağıttığı için aç yattığı zamanlar çok olmuştur. Eşi Hz. Âişe diyor ki:
“Peygamberimiz, üç gün peş peşe karnını doyurmamıştır. İsteseydi doyururdu. Fakat yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercih ederdi.”
Zengin bir kimsenin yoksula yardım etmesi, karnı tok olanın açları doyurması elbette ki iyi bir davranıştır. Cömertlik duygusunun bir göstergesidir. Fakat elinde ne varsa hepsini yoksullara veren, kendi yiyeceğini aç olanlara verip kendisi aç kalan kimsenin cömertliği ise çok yüksek bir duygunun eseridir. Cömertliğin en güzelidir.
İşte kalbi, insan sevgisi, şefkat ve yardım duygusu ile çarpan sevgili Peygamberimizin cömertliği böyle idi ve bir ömür boyu böyle devam etmiştir. 

D) Peygamberimizin Dilencilikten Nefret Etmesi

Peygamberimiz son derece cömert olduğu hâlde dilenciliği hiç sevmezdi, şöyle buyururdu: “Sizden birinizin bir ip alıp da bir demet odun bağlayarak getirip satması ve böylece Allah Teala’nın o kulunun şerefini şuna buna yüzsuyu dökmekten esirgemesi, elbette ki dilenmesinden hayırlıdır.” Peygamberimizin uzun süre hizmetinde bulunan Enes ibn Mâlik (ra.) anlatıyor:
“Ensardan biri Peygamberimize gelerek sadaka istiyor. Peygamberimiz;
—Evinizde bir şey var mı, diye soruyor. Adam;
—Evet, bir sergim var, yarısının üzerine yatıyor, yarısı ile de örtünüyorum. Bundan başka su içtiğim bir de kabım var, diyor. Peygamberimiz;
—Haydi kalk bunları getir, buyuruyor. Adam kalkıyor, bunları getiriyor. Peygamberimiz bunları eline alıyor ve;
—Bunları satın alacak yok mu, buyuruyor. Bir adam;
—Ben bir dirheme alabilirim, diyor. Peygamberimiz iki veya üç defa, —Daha fazla veren yok mu, diyor. Birisi;
—İki dirheme alabilirim, deyince, Peygamberimiz onları bu zata iki dirheme satıyor. Aldığı iki dirhemi eşyanın sahibine veriyor ve şöyle buyuruyor:
—Bir dirhemle çocuklarına yiyecek al. Bir dirhemle de bir ip satın al, sonra odun keserek çarşıya getir ve sat, on beş gün gözüme görünme. Bu adam Peygamberimizin dediğini yapmış, on beş gün sonra gelerek on dirhem kazandığını, bunun bir kısmıyla elbise, bir kısmı ile de yiyecek aldığını söylemiş. Bunun üzerine Peygamberimiz;
—Böyle ( alın teri dökerek) yaşamak mı daha iyi, yoksa kıyamet günü alnında dilencilik damgası ile Allah’ın huzuruna çıkmak mı iyi?” buyurdu.
Ebû Sa’îd el-Hudrî (ra.) anlatıyor:
“Ensar’dan bazı kimseler peygamberimizden sadaka istemişlerdi. Peygamberimiz de bunlara vermişti. Sonra bunlar yine istediler, Peygamberimiz de yine verdi. Üçüncü bir defa daha istediler, Peygamberimiz de verdi. Hatta yanında bir şey kalmadı. Sonra şöyle buyurdu:
—Sadaka malından yanımda bulunanı verdim. Başkalarına vermek için sizden kesinlikle bir şey saklamadım. Kim ki dilenmekten sakınırsa, Allah o kimseyi afif (temiz) kılar. Kim de insanlardan müstağni olmak isterse, Allah o kimseye zenginlik ihsan eder. Kim ki sabretmek isterse Allah ona da sabır verir. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha geniş bir nimet, kimseye verilmemiştir.”
Peygamberimiz kendisi ve yakınları için sadaka kabul etmezdi. Bir kere torunu Hz. Hasan küçük iken sadaka olarak verilmiş olan hurmalardan bir tanesini ağzına koydu. Bunu gören Peygamberimiz;
—Tükür, tükür, bizim sadaka yemediğimizi bilmiyor musun, buyurmuş, Hz. Hasan da o hurmayı atmıştı

E) Peygamberimizin Alçak Gönüllülüğü

Peygamberimiz hem vakarlı hem de çok alçak gönüllü idi. Asla büyüklük taslamaz, bir yere gittiği zaman kendisine ayağa kalkılmasını ve elinin öpülmesini bile istemezdi. Bir defasında adamın biri elini öpmek isteyince peygamberimiz elini geri çekmişti. Bir meclise gittiği zaman boş bulduğu yere oturur, ayaklarını başkalarına karşı uzatmazdı.
Peygamberimiz bazen ev işlerini bizzat kendisi görürdü, elbisesini kendisi yamar, odasını süpürür, çarşıya giderek lazım olan şeyleri satın alırdı. Hatta ayakkabıları söküldüğü ve yırtıldığı zaman onları kendisi tamir ederdi.
O, şöyle buyurmuştur: “Kim Müslüman kardeşine alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yükseltir. Kim kibirlenir, üstünlük taslarsa, Allah onu alçaltır.”

Peygamberimiz, zengin fakir ayırımı yapmaz, kendisini bir hizmetçi bile davet etse giderdi. Yoksul ve fakirlerle birlikte oturup yemek yer, en fakir kimselerin evlerine giderek hâl ve hatırlarını sorardı.
O, hasta olanları ziyaret eder, bunun Müslüman için bir görev olduğunu söylerdi.
Peygamberimiz bir hastayı ziyaret ettikçe ona ümit verir, onun nabzını eline alır, alnına dokunur34, şifa bulması için dua eder, “İnşallah kurtulacaksınız” derdi.
Peygamberimiz hastaları ziyaret ederken ayırım yapmaz, kim olursa olsun ziyaret ederdi. Bir defasında Yahudi çocuğu hastalanmıştı. Peygamberimiz onu ziyaret etmiş, çocuğun hâl ve hatırını sorduktan sonra onu Müslüman olmaya davet etmişti. Çocuk babasının yüzüne bakmış, babası, “Oğlum, Peygamber ne diyorsa yap” demiş, çocuk da Müslüman olmuştu.
Peygamberimiz başkaları konuşurken sözlerini kesmez, onları dinlerdi. Hayatı son derece sade idi. Kendisine verilen yemeği severek yerdi. Sevmediği bir yemek olursa yemez, fakat yemeği asla kötülemezdi.
Arkadaşları ile yaptığı bir yolculuk sırasında dinlenmek için bir yerde konakladılar. Ve yemek hazırlamak için aralarında iş bölümü yaptılar. Peygamberimiz de, “Öyle ise ben de yakacak için çalı çırpı toplayayım” demişti. Ashab onun yolunda her fedakârlığı yapmaya, ona yardım etmeye hazırdı. Ancak o, çarşı ve pazardan alınacak şeyleri bizzat kendisi alıp evine götürür ve kimseye yük olmazdı.
Kendisi bir hayvana bindiği zaman yanındakinin yaya yürümesini hoş görmezdi.
Peygamberimiz Ashabdan birini ziyarete gitmişti. Dönerken ev sahibi kendi hayvanını Peygamberimize vermiş, oğlunun da yaya olarak Peygambere arkadaşlık etmesini istemişti. Fakat Peygamberimiz çocuğun yaya olarak yürümesine razı olmamış, onu da hayvana bindirerek yola çıkmıştı.

F) Peygamberimizin Övülmekten Hoşlanmaması 

Peygamberimiz, Allah’ın gönderdiği son Peygamber olduğu hâlde aşırı derecede övülmekten hiç hoşlanmazdı. “Efendimiz, en faziletlimiz” gibi sözlerden rahatsız olur, şöyle derdi: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Bana, ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.” (yeter)”37 Muavviz b. Afra’nın kızı Rubeyy şöyle demiştir:
Ben evlenirken Peygamberimiz bize geldi. Benim için yapılan seccadenin üzerine şu oturduğum gibi oturdu. Düğüne gelen cariyeler de onun etrafında toplanarak Bedir Savaşında şehit olan atalarımız için yazılmış olan ağıtları okumaya başlamışlardı. Derken içlerinden biri bir ara “İçimizde yarın ne olacağını bilen bir Peygamber vardır” mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Peygamberimiz;
—Bunu bırak, böyle söyleme, bundan önce söylediğin gibi söyle,38 buyurarak aşırı derecedeki övgüleri hoş karşılamamıştı.
Peygamberimiz bir kere abdest alıyordu. Arkadaşları onun kullandığı ve döktüğü suyu toplamak istemişlerdi. Peygamberimiz niçin böyle yaptıklarını sorduğu zaman, bunun sadece kendisine karşı duydukları bağlılıktan ötürü olduğunu söylemeleri üzerine Peygamberimiz;
—İçinizden bir kimse, Allah ile Peygamberi sevmek zevkini duymak istiyorsa ağzını açtığı zaman sözün doğrusunu söylesin, doğru kalpli olsun, kendisine güvenildiği zaman güvenini yerine getirsin, başkaları ile bir arada yaşadığı zaman komşuluk haklarına riayet etsin. buyurdu.
Bir gün adamın biri Peygamberimizi ziyarete gelmiş, bir peygamber huzurunda olduğunu anlayarak titremeye başlamıştı. Peygamberimiz ona;
—Sakin ol! Ben bir hükümdar değilim. Ben Kureyş kabilesinden kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek onu sakinleştirmişti. Peygamberimiz o kadar alçak gönüllü idi ki herkesin ona saygı ifade eden kelimeler kullanmasına bile müsaade etmezdi.

G) Peygamberimizin Hoşgörüsü ve Bağışlayıcılığı 

Peygamberimiz, güler yüzlü, yumuşak huylu ve son derece nazik idi. Kaba ve kırıcı değildi. Ağzından kırıcı bir söz çıkmazdı. O, ömründe hiç kimseye kötü söz söylememiş, kırıcı bir davranışta bulunmamış ve kimseyi azarlamamıştır.
On yıl Peygamberimizin hizmetinde bulunan Enes (ra.) diyor ki: “Peygamberimiz bana hiçbir gün ‘öf’ bile demedi. Yaptığım bir şey için bunu niye yaptın, yapmadığım bir iş için de niye yapmadın, diye beni azarlamadı.”
Gördüğü kusurları kimsenin yüzüne vurmazdı. Arzu edilmeyen yanlış bir davranış gördüğü zaman, “Bazıları şöyle yapıyor, şöyle söylüyor, hâlbuki bunlar doğru değildir” gibi umumi sözlerle nasihat eder ve böylece kimseyi utandırmadan kusur ve hataları düzeltirdi. Kendisine bir şey ikram edilse, az da olsa onu küçümsemez, ona değer verirdi. Yapılan iyiliğe karşılık verir, iyilik yapanları hayırla anardı.
Peygamberimiz çok vefakâr idi. Kendisine iyilik yapanları hiç unutmaz, onları daima hayırla anardı. Kadınlardan İslam’ı ilk kabul eden saygıdeğer eşi Hz. Hatice idi. Hatice, Peygamberimizi kutsal görevinde yalnız bırakmamış, O’nu daima desteklemiş, sıkıntılı zamanlarında teselli etmiş yüksek ruhlu bir kadın idi. Peygamberimiz ahlak ve fazilet örneği hanımını ölümünden sonra da unutmamıştır. Onu daima hayırla anar, ne zaman bir koyun kesse, etinden Hz. Hatice’nin yakınlarına gönderirdi.
Peygamberimiz, sütannesi ve süt kardeşlerine de saygı duyar, yakından ilgilenirdi. Sütannesi Halime, kendisini ziyarete geldiği zaman onu “anacığım, anacığım” diye karşılar, altına elbisesini yayarak oturtur, saygı gösterirdi.
O, çok bağışlayıcı idi. Uhud savaşında düşmanlar, peygamberimize ok atmışlar, üzerine taş yağdırmışlar ve onun mübarek dişini kırıp yüzünü yaralamışlardı. Onların bu davranışlarına karşılık Peygamberimiz kötü söz söylememiş, onlara beddua etmemiştir. O, yüzündeki kanları silerken şöyle demiştir: “Allahım! Milletimi bağışla! Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” Peygamberimiz kendisine karşı yapılan kötülükleri bağışlamış, eline fırsat geçtiği hâlde kimseden intikam almamıştır. Ancak başkalarının haksızlığa uğramasına ve zarar görmesine razı olmamış, hak ve adaletin yerini bulmasına özen göstermiştir. Şüphesiz şahsımıza karşı işlenen kusurları, yapılan haksızlıkları bağışlayabilmek yüksek bir duygudur.
Mekkeli müşrikler, vaktiyle Peygamberimizi öldürmek istemişler. İslam’ın nurunu söndürmek için hem Peygamberimize, hem de Müslümanlığı kabul edenlere ellerinden gelen her kötülüğü yapmışlardı. Bunun sonucu olarak Müslümanlar doğup büyüdükleri Mekke’den Medine’ye göç etmek zorunda kalmışlardı. Peygamberimiz de Medine’ye göçmüştü.
Aradan birkaç yıl geçtikten sora Peygamberimiz on bin kişilik bir ordu ile Mekke’yi kan dökülmeden fethetti. Daha önce Peygamberimizi öldürmek isteyen ve Müslümanlara her türlü kötülüğü yapmış olanlar, Peygamberimizin karşısında başlarını önlerine eğmiş, haklarında verilecek kararı bekliyorlardı. Peygamberimiz burada da büyüklüğünü göstererek hepsini affetti. Böylece engin merhameti ve bağışlayıcılığı ile gönülleri de fethetti ve insanlığa çok güzel bir ahlak ve fazilet dersi verdi.

H) Peygamberimizin Adaleti 

Peygamberimiz son derece âdil ve insaf sahibi idi. Onun adaletini düşmanları bile kabul etmişti. En zor ve en çetin olaylarda kabileler onun hakemliğine başvuruyor ve kararını saygı ile karşılıyorlardı.
Bir defasında Peygamberimiz savaşta elde edilen ganimetleri dağıtıyordu. O kadar kalabalık insan toplanmıştı ki adamın biri adeta Peygamberimizin sırtına çıkmıştı. Peygamberimiz elindeki ince değnekle bu adama işaret etmiş, değnek yüzüne gelerek yüzünü çizmişti. Peygamberimiz hemen değneği adamın eline vererek;
—Sana vurduğum gibi sen de bana vur, buyurmuş, fakat adam;
—Ey Allah’ın Resulü, hayır, ben size darılmadım, demişti
Bir defasında Mahzumi kabilesinden bir kadın hırsızlık etmişti. Mekke ileri gelenleri yüksek bir aileye mensup olan bu kadının ceza görmemesini istemiş, peygamberimizin çok sevdiği Usame b. Zeyd’i ona şefaatçi olmak üzere göndermişlerdi. Peygamberimiz, Usame’yi dinledikten sonra;
—Sizden öncekiler bu gibi tarafgirlikleri sebebiyle helak olmuştu. Onlar, fakirler üzerinde en ağır cezaları uygularlar, zengin ve itibarlı olanlara ise ceza vermezlerdi.44 buyurarak kanunların uygulamasında ayırım yapılmasının, toplumun yok olmasına sebep olacağını bildirmiştir.
Hz. Âişe (ra.) anlatıyor: Peygamberimiz iki işte serbest bırakıldığı zaman, günah olmadıkça onların kolayını tercih ederdi. O şey günah olursa ondan insanların en uzak kalanı olurdu. Peygamberimiz nefsi için asla intikam almazdı. Ancak Allah’ın yasaklarına uyulmadığında adaleti yerine getirirdi.”45 Peygamberimiz insanlar arasında ayırım yapmaz, eşit davranırdı. Ona göre zengin, yoksul, büyük, küçük herkes eşit idi.
Bedir Savaşında alınan esirler arasında Peygamberimizin henüz Müslüman olmayan amcası Abbas da vardı. Esirler fidye vererek esirlikten kurtuluyorlardı. Çünkü böyle kararlaştırılmıştı.
Ensarın bazıları Peygamberimiz ile Abbas arasındaki yakınlığı öğrenince onun affını istemişlerdi. Peygamberimiz;
—Hayır, böyle bir şey olamaz. Onun ödemek zorunda olduğu fidyenin bir dirhemi bile affolunmaz, buyurmuşt.
Peygamberimiz hayatı boyunca hiç kimseye farklı davranmamış, kuralları ve kanunları herkese eşit uygulamıştır. Kendisine de arkadaşları arasında bir ayrıcalık tanınmasını hoş karşılamamıştır.
Peygamberimiz, Peygamber olmadan önce, onunla alışveriş edenler, onun dürüstlüğünü ve hakka bağlılığını takdir ediyorlardı. Hatta onun Peygamber olarak gönderildiği duyulduktan sonra kendisine düşman olanlar bile emanetlerini ona teslim ediyorlardı.
Bir gün Sâib adında bir Arap tüccarı Peygamberimize tanıtılmış ve kendisinin son derece dürüst birisi olduğu söylenmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Ben onu sizden iyi tanırım” demiş, Sâib de, “Evet, ticarette arkadaşlık etmiştik, bütün hesapları gayet mükemmeldi” demişti.
Bir gün Bedevilerden biri peygamberimizden alacağını tahsil etmeye gelmişti. Bedeviler, çok kaba olduklarından bu adam Peygamberimize ağır sözler söylemişti. Ashab, adamın bu davranışına kızarak;
—Yazıklar olsun, sen kiminle konuştuğunu biliyor musun?, demişler, adam hiç aldırmadan; —Ben hakkımı istemeye geldim, demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz arkadaşlarına;
—Siz onun tarafından olacaktınız, çünkü bu adam hakkını istiyor, buyurdu ve sonra Havle binti Kays’a haber göndererek ödünç hurma istedi. Havle’nin verdiği ödünç hurma ile Bedeviye borcunu ödedi ve üstelik ona yemek de yedirdi. Bedevi;
—Sen benim hakkımı çok iyi bir şekilde ödedin. Allah da sana mükâfatını tam olarak versin, diye dua etti. Bunun üzerine Peygamberimiz; “İşte bunlar (yani hak sahiplerinden yana çıkıp hakkın yerini bulmasına yardımcı olanlar) insanların en hayırlılarıdır. İçinde, zayıf kimsenin incitilmeden hakkını alamadığı bir toplum yükselemez.” buyurdu.

I) Peygamberimizin Cesareti

Peygamberimizin özelliklerinden biri de yüksek bir cesarete sahip oluşudur. O, insanları İslam’a davet ettiği zaman tek başına idi. İlk yıllarda Müslümanlığı kabul edenlerin sayısı da azdı. Karşısında İslam’ı yok etmek isteyenlerin sayısı çok, maddi güçleri fazla idi.
Peygamberimiz kutsal görevini yaparken büyük tehlikelerle karşılaştı. Düşmanlar onu öldürmek, İslam güneşini söndürmek için korkunç planlar yaptılar. Güçlü ordularla Müslümanlara saldırdılar. Fakat Peygamberimiz bunların hiçbirinden yılmadı, ümitsizliğe kapılmadı, görevine devam etti.
Mekke, İslam ordusu tarafından fethedilmiş, Kâbe putlardan temizlenmişti. Bundan endişeye kapılan düşmanlar, Müslümanlara saldırmak için Huneyn denilen yerde 20 bin kişilik bir ordu topladılar. Durumu öğrenen Peygamberimiz 12 bin kişilik bir ordu ile bunların üzerine yürüdü. İslam ordusu dar bir vadiden geçerken burada pusu kuran düşman aniden Müslümanlara saldırdı. Gecenin alaca karanlığında yapılan bu saldırı karşısında Müslümanlar dağılmaya başladı. Bu durum İslam’ın geleceği için çok tehlikeli idi.  
Düşmanın bu şiddetli saldırısı karşısında geri çekilmeyen, yanında az sayıda arkadaşı ile düşmana karşı koyan bir kahraman kalmıştı. İşte düşmana karşı koyan bu yürekli ve cesur kahraman Hz. Muhammed (sas.) idi.
Peygamberimiz, “Ben Peygamberim, bunda yalan yok…” diyor ve dağılan Müslümanları yanına çağırıyordu. Onun sesini duyan İslam ordusu yeniden toplandı ve amansız bir şekilde düşman üzerine saldırdı. Düşman neye uğradığını şaşırdı, dağılıp kaçmaya başladı ve bozguna uğradı. Savaş İslam ordusunun zaferi ile sonuçlandı. Böylece İslam’ın geleceği büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu.
İşte, bu savaş, peygamberimizin üstün cesareti sayesinde kazanıldı. Onun hayatında böyle pek çok cesaret ve kahramanlık örnekleri vardır. O, gerektiğinde, sabır, kararlılık, cesaret ve kahramanlıkta da Müslümanlar için en güzel örnek olmuştur.

İ) Peygamberimizin Allah’a Güvenmesi

Peygamberimiz, Allah’a son derece güvenir ve kendisini başarıya ulaştıracağına inanırdı. Hiçbir zaman bu inancını yitirmemiş, Allah’a daima güvenmiştir. 
Peygamberimiz Mekke-i Mükerreme’de yalnız ve kimsesiz kaldığı, en akla gelmeyecek felaketlere uğradığı, Uhud ve Huneyn savaşları esnasında en ciddi tehlikelerle karşılaştığı zaman bile Allah’a olan güvenini yitirmemiştir. 
Peygamberimiz, Müslümanlığı açıktan açığa ilan etmeye başladığı zaman, Kureyş kabilesinin yani Mekkelilerin ileri gelenleri amcası Ebû Tâlib’e başvurarak, “Ey Ebû Tâlib, kardeşinin oğlu tanrılarımıza hakaret ediyor, atalarımızın sapıklık içinde yaşadıklarınısöylüyor, bizi de ahmaklıkla suçluyor. Bunun için ya onu korumaktan vazgeç, ya da açıktan açığa onun tarafına geç ki biz de ona göre tavır alalım.” demişlerdi.
Ebû Tâlib, durumun çok tehlikeli bir sonuca gitmekte olduğunu gördü. Çünkü Mekkeliler onu bu davadan vazgeçirmeye kararlı idiler. Kendisi de onlara karşı koyacak güçte değildi. Bunun için Ebû Tâlib, Peygamberimize;
—Oğlum, bana bu kadar ağır bir yükü yükleme. Çünkü tahammül edemiyorum, dedi. Peygamberimiz, kendisini koruyan amcasının bundan vazgeçmek niyetinde olduğunu ifade eden bu sözleri karşısında bile Allah’a olan güveni sarsılmamış;
—Amca, Allah’a yemin ederim ki bu adamlar bir elime güneşi, öteki elime de ay’ı koysalar, Peygamberliğimden zerre kadar ayrılmam. Ya Allah Teala, Peygamberliğimi ifa etmek için bana kuvvet verir, ya da bu uğurda kendimi feda ederim, demişti. Bu sözlerden Ebû Tâlib o kadar etkilenmiş ki;
—Git oğlum, hiç kimse senin bir kılına dokunamaz, demekten kendini alamamıştı. 
Peygamberimiz Necid savaşından dönüyordu, yorulmuşlardı. Arkadaşları ile birlikte bir ağacın gölgesinde istirahata çekilmişler, hepsi de uyumuştu. Peygamberimizin kılıcı ağaçta asılı idi. Bu sırada oradan geçmekte olan bir Bedevi bu durumdan yararlanarak, Peygamberimizin kılıcını almış, kınından çekmiş ve Peygamberimize hücum etmişti. Peygamberimiz uyanmış, Bedevinin üzerine yürüdüğünü görmüştü. Bedevi;
—Seni elimden şimdi kim kurtaracak! diye bağırdı. Peygamberimiz, hiç telaşlanmadan;
—Allah, kurtaracak, diye cevap verdi. Bu cevap karşısında sarsılan Bedevinin elindeki kılıç yere düşmüştü.
Peygamberimiz Allah’a son derece güvenmekle birlikte kendisine düşen görevleri de eksiksiz yapardı. Bunun en güzel örneği Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicreti esnasındaki davranışıdır. Önce Allah’ın hicret emrini saklı tutmuş, Hz. Ebu Bekir’den başkasına söylememişti. Sonra Hz. Ali’yi yatağına koymuş, geceyi yatağında geçirmesini emretmişti. Daha sonra gideceği istikamete ters bir yerde olan Sevr mağarasına sığınmıştı. Bütün bunlar o gün için alınabilecek tedbirlerdi. Peygamberimiz bunların hiçbirisini ihmal etmemiş, her türlü tedbiri almış, sonra da Allah’a güvenmişti. Onun için Peygamberimiz, devesini salıverip Allah’a havale ettiğini söyleyen kimseye,
—Deveni bağla, sonra Allah’a güven, buyurmuştur.

J) Peygamberimizin Misafirperverliği

Peygamberimizin üstün vasıflarından biri de misafirperverliğidir. Uzaktan yakından kendisini görmeye gelenlerin sayısı çoktu. O, misafirlerini en iyi şekilde ağırlar, onlara bizzat kendisi hizmet ederdi. Peygamberimiz, Müslüman olmayan misafirlerine de aynı şekilde davranırdı.
Fazla misafir gelince evindeki yiyecekleri onlara verip çocukları ile birlikte geceleri aç yattığı zamanlar da olurdu.
O, misafirlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan misafirine ikram etsin.

K) Peygamberimizin Temizliğe Önem Vermesi

Peygamberimizin yaşayışı sade ve temiz idi. Bedenini daima temiz tutar, elbiselerinin temizliğine çok dikkat ederdi. Dişlerinin temizliğine ayrı bir önem verir ve dişlerini temizlemek için, o devirde bir çeşit diş fırçası olan misvak kullanırdı. Ashabına da diş temizliğini tavsiye ederdi.
Peygamberimiz kirli insanlardan, pislikten hoşlanmazdı. Ashabına camiye temiz gelmelerini söylerdi. Bir defasında üstü başı pis olarak camiye gelenlere;
“Yıkandıktan sonra gelseniz dahi iyi olurdu.” buyurmuştur. 

L) Peygamberimizin İbadeti

—Peygamberimiz, her işini tam bir düzen içinde yapardı. İbadet zamanları, dinlenmek için ayırdığı saatler belli idi. Vakitlerini boş geçirmez, her dakikasını faydalı bir işle değerlendirirdi. 
—Peygamberimiz, Allah’ın en sevgili kulu olduğu hâlde Allah’tan çok korkar, kıyamet gününden endişe ederdi.
O, her an Allah’ı anar, ibadetten çok büyük haz duyardı. Geceleri kıldığı namazlarda uzun süre ayakta durmaktan ayakları bile şişerdi. Eşi Hz. Âişe, onun bu durumunu görünce;
—Ey Allah’ın Resulü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı hâlde kendine niçin bu kadar zahmet ediyorsun? deyince, Peygamberimiz ona şu cevabı vermiştir:
—Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?
Peygamberimiz, ibadete düşkün olmakla beraber ruhbaniyeti sevmezdi.
Ruhbaniyet demek, dünyadan el etek çekerek yaşamak, yalnız ahiret için çalışmak demektir. Peygamberimiz bunu kesinlikle sevmezdi. Hatta bazı sahabiler Hıristiyanların etkisinde kalarak dünyadan el etek çekmeye gönül vermişlerse de Peygamberimiz onları bu yoldan menetmişti.
Araplar, birkaç günü birbirine ekleyerek oruç tutar ve buna “savm-ı visal” derlerdi. Ashabdan bazıları bu şekilde oruç tutmak istemişler, ancak Peygamberimiz onları bundan vazgeçirmişti.
Abdullah b. Ömer (ra.), çok zahid ve takva sahibi bir kimse idi. Gündüzünü oruç tutarak, gecesini ibadet ederek geçirirdi. Peygamberimiz, onun bu hâlinden haberdar olunca kendisine;
—Haber aldım ki sen devamlı oruç tutuyor iftar etmiyorsun, geceleri namaz kılıyor hiç uyumuyorsun. (Böyle yapma) Bazen oruç tut, bazen de iftar et. Hem gece kalk namaz kıl, hem de uyu, istirahat eyle. Çünkü gözlerinin senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır. Ayda üç gün oruç kâfidir, buyurdu. Abdullah İbn Ömer;
—Fakat ben daha fazla oruç tutabilirim, dedi. Peygamberimiz;
—O hâlde gün aşırı oruç tut. Orucun en güzel şekli budur, buyurdu. İbn Ömer daha fazla oruca izin verilmesini isteyince, Peygamberimiz;
—Hayır, daha fazlası iyi değildir, buyurmuştur. Bir yolculukta Ashabdan biri bir mağaraya rast gelmişti. Mağaranın ağzında su ve yeşillik vardı. Bu sahabi Peygamberimizin yanına gelerek;
—Ben bir mağara buldum. Etrafında su ve yeşillik var. Oraya çekilip münzevi bir hayat yaşamak istiyorum, demişti. Peygamberimiz böyle bir davranışın yanlış olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurdu:
—Ben Museviliği veya Hıristiyanlığı telkin için gelmedim. Ben size İbrahim’in sade ve kolaylıkla yapılan dinini getirdim.
Bütün bunlar gösteriyor ki Peygamberimiz dünyadan el etek çekmekten hoşlanmamış, yaşayan insanın dünyanın nimet ve ziynetinden yararlanmasının dinin emri olduğunu vurgulamıştır.

M) Peygamberimizin Allah Korkusu

Peygamberimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen son Peygamber olduğu hâlde Allah Teala’dan, herkesten daha çok korkar ve “Kıyamet günü acaba ne olacağım” derdi.
Müslüman olanların on dördüncüsü ve Medine muhacirlerinden ilk vefat eden sahabi Osman ibn Maz’ûn (ra.) öldüğü zaman Peygamberimiz ölüm haberini alır almaz evine gitmişti. Ensar’dan Ümmü Alâ bint-i Hâris, Osman’ın cesedini göstererek;
—Ey Ebû Sâib, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Senin hakkında bildiğim ve bu cemaate bildirmek istediğim şudur ki sen Allah’ın rahmet ve inayetine erişmiş birisin, dedi. Bu sözleri dinleyen Peygamberimiz, kadına dönerek;
—Allah Teala’nın bu ölüye ikram ve inayette bulunduğunu nereden biliyorsun, diye sordu. Kadın;
—Ey Allah’ın Resulü, babam anam sana feda olsun. Allah bu imanlı, itaatli kuluna ikram etmez de ya kime ikram eder, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz; 
—Osman İbn Maz’ûn ölmüştür. Allah’a yemin ederim ki ben de bu mübarek ölü için hayır ve mutluluk umarım. Ama Allah’a yemin ederim ki ben, Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğum hâlde Kıyamet gününde bana ne muamele edileceğini bilemem, buyurdu.
Bir gün Hz. Ebu Bekir, Peygamberimize;
—Ey Allah’ın Resulü, görüyorum ki saçlarınız ağarıyor, demiş. Peygamberimiz de;
—Evet, Hûd, Vâkıa, Mürselât ve Amme sureleri beni ihtiyarlattı, cevabını vermiştir.54 Bir gün Peygamberimiz bir cenazeye katılmış, cenazenin mezarı kazılmakta olduğundan beklemek mecburiyetinde kalmıştı. Bu, onu o kadar etkilemişti ki ağlamış ve toprak onun gözyaşları ile ıslanmıştı. Sonra da orada bulunanlara şu sözleri söylemişti:
—Kardeşlerim, kendinizi bugün için hazırlayın.

N) Peygamberimizin Allah Sevgisi 

Kur’an-ı Kerim, müminlerin Allah’ı her şeyden daha çok sevdiklerini bildiriyor.
Şüphesiz Peygamberimiz Allah’ı herkesten daha çok severdi. Bunun içindir ki o, geceleri ayakları şişinceye kadar namazda dururdu.
Hz. Âişe validemiz diyorlar ki; Peygamberimiz sabah namazının iki rekât sünnetini kıldıktan sonra,
“Bu iki rekâtın verdiği zevk yanında dünyanın bütün zevkleri hiçtir.” derdi. Bu, Peygamberimizin Allah’a olan derin sevgisi sebebiyle O’na ibadet etmekten ne kadar büyük haz duyduğunun bir ifadesidir.
Hz. Ömer (b. el-Hattâb) anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz çocuğundan ayrılan bir kadın gördü. Kadın, çocuğuna olan hasreti sebebiyle rastladığı her çocuğu kucağına alıyor ve emziriyordu. Peygamberimiz, orada bulunan arkadaşlarına dönerek;
—Bu kadın çocuğunu hiç ateşe atar mı, diye sormuş, orada bulunanlar; —Asla, cevabını vermişler. Bunun üzerine Peygamberimiz;
—O hâlde biliniz ki Allah’ın kullarına merhameti, bu kadının çocuğuna olan merhametinden çok daha fazladır. buyurdu

O) Peygamberimizin Aile Hayatı

Peygamberimiz örnek bir aile reisi idi. O, hanımlarına karşı çok nazik bir eş, çocuklarına karşı da şefkatli bir baba idi. Peygamberimiz ev işlerinde hanımlarına yardım eder, elbiselerini kendi eliyle yamar, ayakkabılarını tamir eder ve evi süpürürdü. Evin ihtiyaçlarını çarşı ve pazardan alarak eve kendisi getirirdi. O, ne kadın, ne de hizmetçi hiç kimseyi dövmemiş ve incitmemiştir.
Peygamberimizin evi, dünyadaki aile yuvalarının en mutlusu idi. Bu yuvada kavga gürültü yoktu. Huzur vardı. Peygamberimiz evde daima güler yüzle hareket eder, hanımlara karşı kırıcı söz söylemez, kaba davranışta bulunmazdı. O, Müslümanların da aynı davranışta bulunmasını istemiş ve şöyle buyurmuştur:
—Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı iyi davranandır.
Peygamber Efendimiz, erkeğin, eşinin davranışlarını hoşgörü ile karşılamasını da istemiş ve şu tavsiyede bulunmuştur:
—Bir kimse eşine nefret etmesin, çünkü hoşuna gitmeyen huyları varsa, buna karşılık hoşlanacağı huyları da vardır.

Ö) Peygamberimizin Çocuk Sevgisi

Peygamberimiz çocukları çok severdi. Onları kucağına alıp okşar, sevgi ve şefkatle öperdi. Peygamberimiz, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i öpüyordu. Orada bulunan bir adam bunu görünce;
—Benim on çocuğum var, onların hiçbirini öpmüş değilim, dedi. Peygamberimiz, ona;
Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz, buyurdu.
Peygamberimiz namaz kılarken sevgili torunları Hasan ve Hüseyin omuzlarına çıkardı. O, ibadet hâlinde bile çocukların bu davranışını hoş karşılar, oyunlarına engel olmazdı.
Bir yerde otururken kızı Hz. Fâtıma gelince, ayağa kalkar, onun alnından öper ve onu yerine oturturdu. O, sadece kendi çocuklarını ve torunlarını değil, kimin çocuğunu görürse onunla konuşur, hatırını sorar ve severdi; çocuklara, hoşlarına giden şeyler vererek sevindirirdi. O, Müslüman olmayan kimselerin çocuklarını da sevip okşardı.
Peygamberimiz, çocuklarla çok ilgilenirdi. Bir defa çocuklar arasında koşu düzenledi, kendisi de yarışın sona ereceği noktada durdu. Koşarak yanına gelen çocukları öptü ve kendilerine hediyelerini verdi. Peygamberimiz, çocuklarla ilgili şu öğütlerde bulunmuştur: “Allah’tan korkun, çocuklarınız arasında adaletli davranın.”
“Şüphesiz ki Allah, çocuklarınız arasında öpücüklerinizde de eşit davranmanızı sever.” 
Özet olarak Peygamberimiz, içi ve dışı tertemiz, kalbi, şefkat ve merhamet duyguları ile dopdolu, başkalarını kendinden çok düşünen, ömrünü insanlığın kurtuluşu için harcayan büyük bir Peygamber, en üstün ahlaki faziletleri kendinde toplayan örnek bir şahsiyet idi.
Ne mutlu, onun gösterdiği aydınlık yoldan gidenlere…
Ne mutlu, onun yaşayışını ve ahlaki davranışlarını örnek alanlara…